Senden sonra…

Senden sonra, bir ben olarak düşmüşsem de yollara, sanma senden hiç bir şey almadığımı yanıma. Senden sonrasını taşıyorum işte; olanca ağırlığı ve acısıyla, tek başıma…

Senden sonra, Sezen’e, Nazan’a küstüm; beni ağlatan şarkılar söylüyorlar diye. Senden sonra, kendime küstüm; hala “sen” diyor diye…

Senden sonra, hüzünlü şarkılar duygularımı içti. Ellerimden akıttım gözyaşlarımı. Senden sonra, ömrümden bir tufan geçti, sorguladım yol arkadaşlarımı.

Her yağmurda, sigara içen birini gördüğümde, yürüyen bir çift ile göz göze geldiğimde, vanilyalı dondurmaya her baktığımda, parfümünün kokusunu yanımdan geçen birinde kokladığımda, bir çift kapkara gözle karşılaştığımda, gülen birine rastladığımda, senin cümlelerini başkalarının ağzından duyduğumda… Hep seni hatırlayacağım, senden sonra…

Senden sonra dolunaya bir taş fırlattım. Yağmura dalıp gidenleri, hayata sitem edenleri, yıpranmış bedenleri anlamaya başladım. Suçu bu şehre ve yağan yağmura attım. En çok şemsiyeleri suçladım; “Şemsiyesi olsaydı, yağmur, fırtına demez gelirdi mutlaka” diye kendimi kandırdım.

Senden sonra, kimsenin yanında ağlamadım. Olur, olmaz mektuplar yazdım ve sakladım. Anlatmadım. Senden sonra koridorun ışığını açık bırakıp yattım. Rita’yı eve aldım yeniden, bazen ona sarıldım ağlarken. Daha erken uyanmaya başladım senden sonra, ama gün ışığını bir daha hiç yakalayamadım. O çok sevdiğin dilenci kadının önünden geçtim bir kaç kez, hiç konuşmadım. Tüm borçlarımı ödedim senden sonra. Daha tutumlu olmaya çalıştım. Dilek tuttuğumuz o köprüden de geçmedim hiç, eve dönerken yolu hep uzattım. Seni özleyip özlemediğimi bile sorgulamadım. Ölesiye kaçtım seni düşünmekten. İçki bile içmedim uzun süre; ağlarım diye.

Artık üzülmüyorum. İnsanoğlu her şeyi kabulleniyor, alıştım. Ne acı ki; büyüdüm biraz da. Yüzünü, ellerini bile unuttum, bir tek bunları unutmadım senden sonra… Sana da kızmadım aslında, öfkelenmemeye çalıştım arkandan, daha çok aptallaştım. Senden sonra saçmaladım farkındayım ama bağışla, sensizliğe henüz alışamadım…

Tanrı’nın taktığı çeyrek altın

Mutluluk, açık arazide bir anda ortaya çıkıp, bir anda yok olan küçük hortumlara benzeyen bir insanlık halidir. Öyle aheste aheste kendi halinde döner; usulca yanımızdan geçip gider. Geriye, yanımızdan geçerken ayaklarımızın üstüne serpiştirdiği birazcık kum kalır…

Mutluluk, bazen üzerimize giydiğimiz kıyafet gibidir; üzerimizdedir, biz dönüp aynaya kendimize bakmadığımız için onu göremeyiz. Bazen de, geçip giden zamanlardan, yalnızca hatırlayabildiğimiz ama bir türlü yaşayamadığımız bir şeydir. Varılan yer değil, gidilen yoldur…

Bir kelebektir mutluluk, yere yakın kanat çırpar. Tüm umutları içine alarak havada uçar. Kanatlarında taşır hayatı ve ne yazık ki; onun ömrü hep bir güne sığar! Fazla mutluluk da mutsuzluktur aslında! Üzülmeden mutlu olamıyor insan; acılar da mutluluk da tartılamıyor. Mutluluğun da birimi yok, acının da…

Acılarına, hüzünlerine, zorluklarına rağmen kaygısızca ve haykırarak “yaşıyorum” diyebilmektir. Hayatın kısacık anlarıdır mutlu yaşanan. Hem mutlu, hem huzurlu olamaz ki insan!

Tanrının, doğuştan taktığı bir çeyrekliktir mutluluk, yatırımı doğru yapabilen çeyrek altını tam altına çevirebilir, çeyreğini çarçabuk harcayanlar da cami avlusunda mendil açmak zorunda kalabilir, üstelik yüreğindeki yaraları göstererek dilenir.

Şu anın geçmiş zaman olmasını bekle, ne kadar mutluyduk anlayacaksın…

0 Shares:
Bir yanıt yazın
You May Also Like