Yaşamını bilime adamış, Türkiye’nin ilk kadın ortodontisti, İzmir ile birlikte, Cumhuriyet tarihine de tanıklık etmiş örnek bir Türk kadını: Ayşe Mayda
Mayda Sokağı’nda, demir parmaklıklı kapı açılıyor. Bahçeye adım attığımızda; asırlık palmiyeler, sarmaşıklar ve gölgesinde kaybolduğumuz, kırk odalı muazzam bir köşkle karşılaşıyoruz. Köşkün hemen yanında, o dönemde köşk yemek kokmasın diye mutfak ve müştemilat olarak kullanılan başka bir bina var. Ayşe Mayda bu binada karşılıyor bizi. Onunla ilgili çok şey okumuştum; yaşına rağmen hala nasıl bakımlı, canlı ve hafızasının güçlü olduğu konusunda. Görünce anladım bu izlenimlerin doğruluğunu.
102 yaşında bir hanımefendi o; zihni açık, zarif, bakımlı… İnci küpeleri ve kolyesi, pırıl pırıl gözleriyle, neşeli, esprili…
Yahya Paşa’nın kızının gelinliğinden bir motif
Tüccar Salih Bey’in kızıydım.
Belli bir yaşa kadar Kemeraltı’nda oturduk diyor Ayşe Mayda ve şöyle devam ediyor o günleri anlatmaya: “Çocukluğumdan hayal meyal anılar var hatırladığım. Salepçioğlu Camii’nin bulunduğu, o dönemde adı karanlık sokak olarak anılan sokakta doğdum. Kemeraltı o zamanlar şimdiki gibi kalabalık değildi, herkes birbirini tanırdı.
Babam Salih Bey, Konya’dan gelmiş, İzmir’de kendi işini yapan bir tüccardı. Kemeraltı’nda, kendisine ait Cezayir Hanı ve Asil Han’da incir işletmesi vardı. Hanın içinde kadınlar kuru incir işlerlerdi, bu incirler kutulara dizilir, rıhtıma taşınır ve Avrupa’ya ihraç edilirdi. Babama ait kırk da at arabası vardı, bunlarla nakliyecilik yapıyordu. Ortağı da, önceden İzmir Valisi olan, Yahya Paşa idi. Birlikte incir ve üzüm ticareti yapıyorlardı. Yahya Paşa İzmir’de körfez işletmeciliğini alan ilk kişidir. Kendisi Bayraklı’da oturuyordu. O zamanlar Bayraklı’nın tamamı onlara aitti. Biz ailece görüşürdük. Kızları vardı, onları da çok severdim. Ailece görüşür, birbirimize kalmaya giderdik. Köşke bize gelirken aşçılarını da getirirlerdi. Annem, “yassı kadayıf tatlısını ondan öğrendim” derdi.
Onlarla ilgili şöyle bir anım var: Bir gün Yahya Paşaların evine gittim; kendileri çok varlıklı oldukları için kızlarının gelinlikleri gümüşten sırma işi olarak İstanbul’da işlenmişti. Baktım gelinliğin motiflerini çıkarıyorlar. “Ne yapacaksınız onları?” dedim. Gümüşleri eritip çatal kaşık takımı yaptıracaklarını söylediler. Bir parçasını da hatıra olarak bana verdiler. Yahya Paşa’nın kızının gelinliğinden bir parçadır, anısı var diye tablo yaptırdım ben de yıllar sonra.”
Önce askerler, sonra Atatürk geldi.
İzmir’in kurtuluş mücadelesine tanık olduğunu anlatırken; “İzmir’de işgal sürdüğü için tabur tabur askerler geçerdi bizim sokaktan. Bir kısım asker İkiçeşmelik’ten, bir kısmı da Alsancak’tan gelip belli bir noktada buluşurlardı. Birkaç gün önceden Mustafa Kemal Atatürk’ün 9 Eylül’de İzmir’e geleceğini duyduk. Çıkıp o gün dışarıda bekledik. Önce askerler geldi, ardından Atatürk… Çok heyecanlandık Atatürk’ü görünce sevinçle el salladık.
O gün Atatürk’ü ilk defa görmüştüm. İkincisi şöyle oldu: Evimizin bulunduğu cadde üzerinde İran konsolosluğu vardı. Atatürk’te konsolosluğa ziyarete gelmişti. İran Şahı ile bizim sokaktan yürüdüğünü izledik.”
İlk kadın ortodontist olmak…
“1937 yılında Amerikan Kız Kolejinden mezun oldum, o yıllarda üniversite sınavı yoktu, gidip kayıt yaptırılıyordu. Yanımda bir kız arkadaşımla birlikte İstanbul’a kayıt için gittik, listelere bakarken, bir üniversite hocasının yönlendirmesiyle diş hekimliğine kayıt olduk. Çok severek okuduk bölümümüzü. İzmir’e döndüğümde ihtisas için ortodonti bölümünü seçmeyi düşündüğümü hocamız Kantroviç’e söyledim, o da destekledi. O dönemde ortodontiyi kimse bilmiyordu.
Kanroviç, o dönemde Hitler’in Almanya’da çıkardığı Yahudilerdendi. Atatürk bir grup Yahudi’yi kabul etmişti. Kantroviç bizim fakültede hocaydı. Mezun olduktan sonra da onun asistanlığını yaptım. Çok yetenekli, bilgili, başarılı bir hocaydı.
1945-1983 yılları arasında İzmir’de Beyler Sokağı’ndaydı muayenehanem. Bütün doktorlar hep Beyler Sokağı’ndaydı. O zamanlar Alsancak diye bir semt yoktu neredeyse. Sahil vardı sadece.”
“Hiç evlenmediniz, erkek arkadaşınız da olmadı mı?” sorusuna: “Vakit mi vardı evlenmeye?” diyor gülerek. Çok çalışıyordum, mesleğim eşim oldu. Hala da, her günümü planlar, yazarım. Defter tutuyorum. Çok fazla arayan, soran, ziyarete gelen var. Tarihçiler, gazeteciler, araştırmacılar geliyor. Aktif olmayı seviyorum. Bazen dışarıda etkinlikler oluyor onlara katılıyorum. Geçenlerde Amerikan Kız Koleji Mezunlar Derneği’nin bir etkinliği vardı, onlarla birlikteydim.”
Safiye Ayla can dostumdu.
“Özellikle İzmir Fuarı zamanında çok sanatçılar gelirdi. Sadri Alışık, Avni Dilligil, Ruhi Su, Safiye Ayla, Necati Cumalı, Cevat Şakir ve bunlar dışında dönemin valileri, paşaları hepsi bana gelirlerdi.
Safiye Ayla ile çok samimiydik. İzmir’e geldiğinde bizim köşkte kalırdı. Bir gün bana “gel bak seni nereye götüreceğim” dedi. O zamanlar Hatay semti dağdı. Köy evleri bulunduğu, şimdiki Hakimevleri’nde karanlık bir sokak vardı. Eski köy evi gibi müstakil bir eve gittik, dışarıda olan merdivenleri çıktık, yukarıda bir adam oturmuş bir şeyler yazıyordu. Büyük fincanda içtiği Türk kahvesi dikkatimi çekti. O gün tanıştığım o adam Halikarnas Balıkçısı, Cevat Şakir Kabaağaçlı’ydı.
Safiye’nin kocası Şerif Muhittin Targan, Mekke Emiri Prens Abdullah’ın torunuydu. O da müzisyendi. Udu batı müziği tarzında çalabilen tek kişiydi. Çok önemli bir ut virtüözüydü.”
Safiye Ayla, köşkün 2. katında bulunan penceresinden “Köşküm Var Deryaya Karşı” şarkısını söylerdi. Arkadaşlar toplanır birlikte meşk ederdik. Çok özel dostluklar kurduk, çok güzel arkadaşlıklarımız oldu. Cevat Şakir, Nesrin Spahi, Ferit Eczacıbaşı, Ruhi Su gibi isimler de Safiye Ayla gibi arkadaşım oldu.”
Köşk anılarıyla tarihe yolculuk…
“Köşkünüz muazzam, kırk odası olduğu doğru mu?” diyorum, başlıyor anlatmaya; “Evet doğru. Babam bu köşkü 1923 yılında aldı. Dönemin valisi Kamil Paşa, bu bölgede üç tane ev yaptırmış; oğlu için, aşağıdaki müftülük binasını, kızı için Pratik Kız Sanat Okulu binasını, kendisi için de bu köşkü yaptırmış. Kamil Paşa aynı zamanda Saat Kulesi’ni yaptıran kişidir. 2. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yılı anısına, 1901 yılında İzmirli Levanten mimar Raymond Charles Pere tarafından yapılmıştır. Büyük İzmir yangınından sonra Raymond Charles Pere’nin İzmir’de yaptığı dört eseri kalıyor: Saat Kulesi, Alsancak’taki Alman Konsolosluğu, Karşıyaka’daki Katolik Kilisesi ve bu köşk.
Babamın satın aldığı zamanda İtalyan Lisesi’ydi burası. Biz 1950 yılında geldik köşke. O zamandan beri de burada yaşıyorum. Çok anılarımız var köşkle ilgili tabii… 1950’li yıllarda köşkün zemininde bulunan balo salonunda bir yılbaşı partisi yapmıştık mesela… Kimler yoktu ki o partide… Necati Cumalı, Safiye Ayla, Şerif Muhittin Targan, Ayhan Sökmen, Nesrin Oran, Ayhan Aydan, Samim Kocagöz, Emine Palanduz ve daha tanınmış çok isim.
Gene 1950’li yıllarda Türk Musikisi’nin değerli icracılarından, hafız ve mevlithan Kani Karaca’ya mevlit okutmuştu köşkte. O da unutmadığım anılarımdandır.
Şimdi Lucien Arkas restore ettiriyor köşkü. Akademik Kütüphane olarak hizmet verecek. Böyle güzel bir amaca hizmet edecek olması sevindirici.”
Alsancak, Bayraklı, Hatay dağlık semtlerdi.
“Biraz da İzmir’i konuşalım mı” dedim: “İzmir şimdiki gibi değildi tabi…” diye başladı anlatmaya: “Alsancak, Bayraklı, Hatay dağlık ve evlerin çok az olduğu semtlerdi. Aynı semtlerde oturan insanlar birbirini tanır, selamlaşırlardı. Bizden büyük kişilere çok saygılıydık. Kıyafetler çok güzeldi, kadınlar, beyler çok zarifti, hanımlar balolarda tuvalet giyerlerdi. Çok güzel danslar edilirdi.”
“102 yaşındasınız, bu işin sırrı nedir? Ne yiyip, ne içtiniz?” diye sorduğumda; “Özel bir şey yapmadım. Gençliğimden beri spora meraklıyım. Yürüyüş yapmayı severdim. Bir de hep hareketli biriydim. Her zaman kendi işimi kendim gördüm. Çalışmak, çok çalışmak insanı canlı tutuyor sanırım.” diyor.
1950’li yıllarda köşkte bir yılbaşı gecesinin fotoğrafı