“Mutsuzluğa kodlanmışız.”


Aydilge: “İnadına inanmak lazım… İnadına şarkılar söylemek ve mutluluk
mümkün demek lazım.”

Hayat Şaşırtır ismiyle çıkan teklisinin ardından Aydilge’yle, yaşama, ilişkilere, sosyal medyaya ama en çokta müziğe dair konuştuk.

Hayat Şaşırtır adlı yeni tekliniz kısa bir süre önce yayınlandı. Hangi duygularla yaptınız şarkıyı?

İnsanlara umut veren, içlerini kıpırdatan bir şarkı yapmak istedim çünkü çok fazla acıyla beslenen bir toplumda yaşıyoruz. Acı satar, ama ben kendimi satmam yani gözyaşı üzerinden ticaret yapmam. Zira ben tüccar değil, kendi söz ve bestelerini yapan bir müzisyenim. O yüzden hiç
umudumuz kalmadığı anda bile güneşin doğabileceğini hatırlatan bir şarkı yaptım. Düşünsenize bu ülkenin karanlığına Atatürk doğmuş. Daha ötesi var mı? O yüzden hayat şaşırtır diyorum şarkıda.
Aşkta, işte, ekonomide ya da herhangi bir konuda tam her şey elden gitti derken bir güneş parlayabilir bazen…

Peki, hayat olumlu anlamda şaşırtabilir mi bizi gerçekten? Bu pozitifliği nasıl koruyorsunuz?

Biliyorum inanmamız zor çünkü çok fazla mutsuzluğa kodlanmışız. Ailemiz başlar bizi ilk önce doldurmaya, aman dünya çok kötü bir yer, sakın kimseye güvenme diye. Haberlerde, dizilerde, filmlerde ve şarkılarda sabah akşam acılı aşk hikâyeleri yüklenir bünyemize. Doğduğumuzdan beri çok gülme ağlarsın diyen bir toplumda büyüdüğümüzden, hüzün ve acı varlığımızın bir parçası, tek gerçekliğimiz, kimliğimiz haline gelir. İşte o zaman da hüzünsüz, korkusuz yaşama fikri korkutucu olmaya başlar. Çünkü tutunduğumuz dal, hüznümüzdür. Bir bakarız ki mutlu yaşamak hatırlayamadığımız bir şey olmuş. 24 saat felaket tellalığı yapan haberlere maruz kalırken, insanda başka bir hayatın mümkün olduğuna, mutlu olunabileceğine dair inanç mı kalır? Kalmaz tabi. Ama işte inadına inanmak lazım… İnadına şarkılar söylemek ve mutluluk mümkün demek lazım.

Klipten de bahsedelim biraz. Nasıl bir klip çektiniz parçaya?

Şarkının adına yakışır bir şekilde, Burak Kılıçkaya yönetmenliğinde şaşırtıcı bir klip çektik. Daha önce beni hiç görmeye alışık olmadığınız bir şekilde 1930’lara ait saç, elbise ve makyajla kamera karşısına geçtim. Sararmış bir fotoğraftan mucize sonucu canlanarak günümüze gelen bir eski zaman hanımefendisine dönüştüm. Klip boyunca sadece arkadaşlarımdan oluşan bir kast kullandım. Manken ve modellerden oluşan kliplerin çok yapmacık durduğunu düşünüyorum. Havuz partisi sahnesinde gerçek arkadaşlarımı görüyorsunuz. Yakışıklı erkek ve güzel kadın içeren klasik pop kliplerinden artık herkesin bıktığını düşünüyorum ama popçuların ısrarla bu tarz klipler çekmeye devam etmesini de anlıyorum. Tutmuş bir formülü tekrar edip kolaya kaçıyorlar. Oysa bu dünya manken ve modellerden ibaret değil. Manken ve modellere benzemek zorunda da değiliz. Olduğumuz gibi güzeliz.

Klip çekimleri sırasında çok eğlendiğiniz anlar oldu mu?

En çok ikinci gün çekimlerimiz sırasında o parıltılı tuvalet ve aksesuarlarla şehre indiğimizde eğlendim. Herkes şaşkın gözlerle bu kadın deli mi ne, ne yapıyor böyle 1930’lardan çıkmış gibi diye bana bakıyordu. Arabalarıyla geçen insanlar duraklıyordu. İyi ki bir kazaya neden olmadık. Ama
insanları şaşırtmak çok hoşuma gitti.

Müzisyen kimliğinizin yanı sıra, romanlarınız da var. Hatta Bulimia Sokağı adlı romanınız İnönü Üniversitesi sosyoloji bölümünde kaynak kitap olarak okutuluyor. İrem Derici’nin geçirdiği rahatsızlıkla da bağlantısı var bunun aslında değil mi?

Evet. İrem’in açık gönüllükle itiraf edip anlatması sonucunda pek çok insan bu konuyla ilgili farkındalık kazandı. Yani öyle umuyorum. Bulimia Sokağı, modern dünyanın insanlara dayattığı güzellik anlayışının özellikle kadınlarda nasıl büyük bir psikolojik ve bedensel tahribat yarattığını
anlattığım bir kitap. Benim üniversitedeki tez konularımdan biriydi. Son olarak da İrem’de gördük bu tahribatı. Kendini aç bırakarak, gün be gün zayıflamış ve anoreksiya olmuş bu kadının aslında yavaş yavaş kendini eriterek yok etmeye çalıştığını anlamamışız. Aksine ”Ayyy İrem ne kadar
zayıfladı da çirkinleşti” demişiz. Asıl çirkinleşenin biz olduğumuzu fark etmeden… Neden mi?
Çünkü bizler, yanlış bulduğumuz hareketlerin altında yatan acı deneyimleri düşünmüyoruz, aksine suçlamak hoşumuza gidiyor. Amacım İrem Derici’yi korumak değil. Amacım, kendi acımasızlığımıza ayna tutmak. Çünkü biz buna sadece İrem’e değil, ablamıza, komşumuza, sınıf arkadaşımıza, iş arkadaşımıza, yoldaki adama da yapıyoruz ve bize de yapıyorlar. Herkes birbirinin yarasına bakmadan ezip geçiyor. Oysaki eleştirdiğimiz, sinir olduğumuz her hareketin altında, aslında birinin yarası var.

Sosyal medyanızı diğer ünlülerden daha farklı paylaşımlar yaparak kullanıyorsunuz. Sosyal içerikleriniz ağır basıyor sanki. Bunun nedeni nedir?

Sosyal medyada, yediğim içtiğimin havasını atmak, sahte mükemmelliklerle egomu şişirmek bana pek hitap etmiyor. Bu bir tercih meselesi… Demet Akalın tarzı pek çok popüler kültür ikonu, aşırı pahalı çizmeleriyle var olmayı tercih edebilir. Ya da ”Sadece Şeyma Subaşı” diye egosantrik bir başlıkla kitap çıkarabilir. Ben varlıklarımızın giydiğimiz çizmeden, bindiğimiz lüks arabadan, ibaret olmaması gerektiğini düşünüyorum. Genellikle altta bir boşluk varsa, o boşluğu mal mülkle doldurmaya çalışırız çünkü gerçek anlamla doldurmak zordur. Çünkü bunun için ruha emek vermek gerekir. O yüzden sosyal medyamın da bir hava atma vitrini değil, bir paylaşım alanı olmasına çabalıyorum. 

Gündemdeki magazin olaylarını farklı bir bakış açısıyla ele aldığınız yorumlarınız oldukça ilgi çekiyor. Nasıl tepiler alıyorsunuz?

Bir ünlü yanlış bir şey yaptığında, onun yerin dibine sokmak çok rahatlatıcı oluyor insanlar için. Ama ben empati kurmaya çalışıyorum. Söz konusu iki kişiyse, Ahmet Kural-Sıla ya da Beren Saat-Kenan Doğulu olaylarında olduğu gibi suçlu kim diye aramak yerine her iki tarafı da anlamaya
çalışıyorum. Mesela son dönemdeki Yağmur-Emre Aşık olayında, herkes bir tarafı tutuyor. Anneye küfrederek ya da babaya küfrederek kendilerini iyi hissediyorlar. Çünkü onların yanlış olduğunu söylemek ben doğruyum demektir. Oysa bilmiyoruz ki kim ne yaşadı. Tabi hepimizin ortak olduğu bir nokta var. Çocukları perişan ettiler. Bu konuda onları eleştirebiliriz. Gerçekten herkes keşke çocuk yapmasa, keşke bebekten önce beden sağlığı gibi psikoloji testi de yapılsa… Ama onun dışında çok büyük bir kriz yaşayan psikolojisi bozulmuş bu insanlara nefret kusmak yerine
merhamet duymak lazım diye düşünüyorum. Unutmayalım, her ön yargıyla yaptığımız saldırıda ve orantısız eleştiride, birinin görülmeyen ama cayır cayır yanan ruh yarasına asit dökmüş oluyoruz.

Dur durak bilmeden konserler veriyorsunuz ve çoğu zaman korkusuzca izleyenlerin arasına karışıp ellerini tutuyorsunuz. Oysa pek çok ünlü konser verecek kitle yaratamıyor. Sizi farklı kılan nedir?

Konser sanatçısı olmak gerçekten farklı bir meziyet bence… Playback yapan şarkıcıların konserlerine izleyenlerin gitmemesi gerekli. Protesto etmeliler. Bundan çok daha iyisini hak ettiklerini bilmeliler. Playback yapan sanatçı, dinleyiciye hakaret ediyordur.

0 Shares:
Bir yanıt yazın
You May Also Like