Mimarlık: Distopya Fetişi

Merak mı, değişiklik isteği mi, bilinmezliğin çekiciliği mi, yoksa üstün olma arzusu mu bilmiyorum. Ama sürdürülebilir olmadığı (‘sürmesi mümkün olmayan’ anlamında) ve içgüdülerimize aykırı olduğu kesin. Tüm bu gelecek öngörülerinin, yapılaşmaların, şehirleşme önerilerinin, filmlerde sıkça karşımıza çıkan yaşam alanı betimlemelerinin, dünyanın mevcut döngüsüyle ve bizim doğal yaşam biçimimizle örtüşmediğini düşünüyorum. Peki neden her yerde karşımıza çıkıyor bu distopik yaşam alanları; karanlık gökdelenlerle, tünellerle, köprülerle, otobanlarla, hatta uçan araçların oluşturduğu trafik hatlarıyla dolu bu gelecek betimlemeleri? Bunlarla dolu filmleri izlerken duyulan heyecanın, doğaya karşı üstün gelmenin verdiği zevk olduğunu tahmin ediyorum. “İşte; senin yer çekimin var ama biz insanlar olarak artık senin kanunlarını yendik ve uçabiliyoruz” ya da “Burada dev bir dağ var ama biz o kadar zekiyiz ki, o dağı deldik ve içinden geçebiliyoruz, bizim için senin sınırların artık geçerli değil” diyerek, doğaya karşı insanlığın (aslında olmayan ve zaten olması mantıksız olan) üstünlüğünü hissetmek insanları heyecanlandırıyor. Doğayı ve kanunlarını çözülmesi gereken birer sorun olarak görüyoruz. Oysa doğanın bir parçasıyız, bir rakibi ya da düşmanı değil. Onu yenip hayatı kolaylaştırdığımızı zannettiğimiz her noktada, başka yeni sorunlarla karşılaşıyoruz zaten. Geliştirdiğimiz tüm teknolojilerin en büyük çıkmazı, teknoloji ile çözülen sorunun yeni ve daha büyük bir sorunu ortaya çıkarması ve kendi ellerimizle yarattığımız bu durumun bizi ve yaşam alanımızı tehdit edecek kadar büyümesi.

23. yüzyılda dünyada geçen “5. Element” filminden uçan arabalı bir sahne.

İnsanın doğal yaşam alanı ne karıncalar gibi yeraltı, ne de kuşlar gibi gökyüzü. Bir desteğe ihtiyaç duymadan yaşayabildiğimiz doğal ortamımız, toprağın hemen üzeri. Ama bunu nedense kabullenmek istemiyoruz. Bunun sonucunda, kendi yarattığımız yeni yaşam ortamları, birtakım sorunlara sebep olabiliyor. Örneğin, yüksek yapılarda doğal havalandırma uygulamalarının gerçekleştirilmesi zor olduğundan ve gökdelenlerde cepheler sıklıkla kapalı olduğundan, aktif ısıtma – soğutma ve havalandırma sistemleri sıkça kullanılmak zorunda kalınıyor. Bu yapılarda iç ortam hava kalitesi düşüyor, vaktinin çoğunu bu yapıların içinde geçiren kullanıcılarda “Hasta Bina Sendromu (Sick Building Syndrome)” görülüyor. Bu sendromun görülmesinin sebebi, doğal olmayan hava şartları ve bunun oluşturduğu sağlıksız fiziksel ortamın yanında; aynı zamanda camları açamamanın, sürekli yüksekte ve kapalı bir ortamda çalışmanın oluşturduğu psikolojik etkiler. Toprak ile ilişki halinde olmaya ihtiyacımız var. En basitinden, temel besin kaynaklarımız topraktan çıkıyor. Bir canlı düşünün; her gün yemek zorunda olduğu gıdayı, marketler olmasa gerçekte doğada nerede bulabileceği veya nasıl yetiştirebileceği konusunda hiçbir fikri yok. Yazık bu canlıya. İnsan, doğasından tamamen koparılmış bir canlı ve geçtiğimiz yüzyılın başından beri bu yeni oluşmakta olan yapılı çevreye adapte olmaya çabalıyor.


İnsan, günümüzde artık meyve – sebze reyonları olmasa, doğada neyi nerede ve ne zaman bulabileceğini bilmeyen bir canlı.

Gelecekte insanlar nasıl yaşayacak diyince akla gelen ilk imgelerden biri, yemek yerine geçecek haplar. Bunu da aklım almıyor. Bir insan, nasıl olur da en temel içgüdülerden biri olan yemek yemenin yerine geçecek bir eylem üretmeye çalışmak ister ki? Beslenmeyi geçtim, hayattaki en önemli sosyalleşme ortamımız yemek mekanları. Beraber yemek yerken insanlarla zaman geçiriyoruz. Yemek, insanların en çok bir araya geldiği ve zevk aldığı eylemlerden biri. Peki, hap yiyip hemen doyunca ne olacak? Zaman mı kazanacağız? Peki o fazladan kazandığımız vakitte ne yapacağız? Daha çok çalışmak için mi kullanacağız bu zamanı? Neden gelecek fantazilerimiz hep mevcut durumumuzu kötüleştirmek yönünde, anlam veremiyorum. Kim hap ile doymak ister ki, çimenlerin üzerinde keyifli bir arkadaş ortamında sohbet ederek mangal yapmak varken? (Bu arada, bu hapların dünyadaki açlık sorununa çözüm olacağı sanrısı da bence çok komik. Dünya üzerindeki kaynakları eşit paylaşmayı zaten kafamıza koymuş olsak, açlık sorunu ortadan kalkıyor. Problem, güçlü olanın daha çok yemek istemesinden kaynaklanıyor. Hap ile çözülecek bir sorun değil bu yüzden.)


Yemek yerine geçecek haplar

Jean-Jacques Rousseau, “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” kitabında Soylu Vahşi’den (Noble Savage) ve insanın doğal halinden (State of Nature) bahsederken şöyle demiş: “Eğer insanın yapay bir medeniyet ile yozlaştırıldığını düşünüyorsak, o zaman doğal durum nedir? Onun uzaklaştırılmış olduğu, doğal olan hali nasıldır? Ormanda oradan oraya gezindiğinizi hayal edin; herhangi bir endüstri, konuşma ve ev olmadan.” Ben açıkçası Rousseau’nun bahsettiği bu basit yaşamı hayal ettiğim zaman mutlu oluyorum. Bahsettiği gibi bir dünya yeniden mümkün olsa, zorluklarına rağmen tercih edeceğimden eminim. Doğal halimizin, şu anda yaşadığımız hayatlarla uzaktan yakından alakasının kalmadığına tüm kalbimle inanıyorum. Yalnızca, insanın doğasında ev kavramının olmadığı kısmına katılmıyorum. Birçok diğer canlı gibi, insanın da doğal halinde bir evi, sığınabileceği bir alanı vardı. Bu konuda Montaigne’in soylu vahşi tanımındaki yerleşik hayat süren insanın ev imgesi, kafama daha çok yatıyor.

Gelecek temalı filmlerde çoğunlukla, gelecekte insanlığın (kendi yarattığı sorunlar yüzünden) yer yüzündeki mevcut yaşam alanını kullanması mümkün olmuyor ve yaşayacak yeni bir alan bulmak zorunda kalıyorlar. Bazen ise metropollerde nüfus öyle artıyor ki, her yer dolduğundan, yaşam alanı ancak yukarı doğru giderek genişleyebiliyor. Bu yüzden, bu durum ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkıyormuş gibi gösteriliyor. Ama neden nüfus kontrol yöntemleri uygulanmıyor ya da insanlar metropol dışı yaşama yönlenmiyor, bunu anlayabilmiş değilim. Daha önce de dediğim gibi; bence bu devasa ve doğallıktan tamamen uzak karmaşık şehirler, doğaya karşı üstünlük kurdukları sanrısı ile insanları tatmin ediyor. Yoksa insan neden kaos içinde yaşamaktan memnun olsun, hatta bunu iyice bastıra bastıra dile getirmek için bir de çizimini yapsın ki? (Neyse, insanlar mutlu olduğu sürece sorun yok, yeter ki mutlu olsunlar. Çünkü, bir de mutlu olmayıp, yine de kaosun içinde yaşamak zorunda kalmak var.)


İstanbul: They call it chaos, we call it home. (Filmlerdeki uzak geleceklerdeki distopik şehirlere gitmeye gerek yok, hali hazırda karmaşık metropolleri evleri olarak benimsemiş milyonlarca insan var.)

Şöyle bir ütopya filmi çekseler mesela artık; iki yüzyıl sonra dünya üzerindeki nüfus azalmış ve toplum yeniden geleneksel üretim yöntemlerine yönelmiş, kendi kendine yetiyor, bireysel olarak tüketeceği ne varsa herkes onu üretmeye çalışıyor, takas yöntemi geri gelmiş. Konutlar en çok iki katlı, bahçelerinde insanlar, hayvanlar ve ağaçlar bir arada yaşıyor; gökdelenler, otobanlar, uçan arabalar yok. Böyle bir gelecek mümkün değil mi? Yoksa yeterince ilgi çekici mi değil?


Mesela şöyle bir gelecek temalı film çekilse: Yüzüklerin Efendisi’ndeki hobbit evlerinden oluşan bir yaşam alanı; ama Orta Dünya değil, mevcut dünya için bir gelecek senaryosu olarak.

En neşeli çizgi filmlerde bile, gelecek yaşamı yerden kopuk ve yukarıda tasfir ediliyor. Bu, durumun çocuklar tarafından olumsuz olarak algılanmasının önüne geçecek bir sevimlilik. Küçüklükten alıştırmaya çalışıyorlar sanırım. Mesela Jetgiller (The Jetsons) incecik kolonlarla yükseltilmiş binalardaki bol camlı dairelerde yaşıyorlardı.

Gerçekten ileride karşılaşabileceğimiz bazı durumları ortaya koyan bir film olarak, Wall-E’yi bu kategorilerin dışında tutuyorum. Gerçekleşmesi çok olası bir olumsuz gelecek öngörüsü çünkü. Ürettiğimiz tüm bu çöplerle dünya zamanla atık deposu haline gelebilir ve yaşam alanımız yok olabilir. Bu yüzden yeni yaşam alanları aramak zorunda da kalabiliriz. Burada zevk için üretilmiş uçan arabalardan veya gösteriş için inşa edilen gökdelenlerden değil, bu ve benzeri gösterişlerin sonucunda yaşam alanını terk etmek zorunda kalan insanlardan söz ediyoruz. Wall-E bence okullarda çevre ile ilgili derslerde gösterilmeli, belki geleceğin yetişkinlerinde farkındalık yaratmak için iyi bir araç olabilir (Jetgiller’in kulelerine özenerek yetişecek bir nesilden daha iyidir sanırım.) Belirtmeden geçmeyeyim; Wall-E aslında yetişkinlere yönelik çok etkileyici bir animasyon ve bu arada ben de Jetgiller izledim.


Wall-E filminden, gökdelenleri aşan çöp kulelerini gösteren bir sahne.

Yükselen strüktürlerden ve filmlerden bahsetmişken, Matrix’teki uçsuz bucaksız kule şekildeki fetüs tarlalarından bahsetmeden geçmek olmaz. Filmdeki karanlık gelecek senaryosundan, makinelerden ve sentinellerden bağımsız olarak, makinelerin insan bedenleri üzerinden enerji sağladığı bu kuleler, insan yerleşimi açısından bana günümüz gökdelenlerini anımsatıyor. Topraktan kopuk, birçok insanın üst üste mekanlarda yaşadığı, birbiriyle istemese de etkileşiminin olduğu (komşu gürültüleri, istenmeyen yemek kokuları, vb.), doğal olandan uzak ve kapalı mekanlar. Bugün en yüksek yapıyı yapmak için şirketler yarışıyor. İnsanlar bu gökdelenlerdeki daireleri bir statü göstergesi olarak algılayıp, yüksek yapı talep etmeye devam ediyorlar. Bu algı nasıl ve ne ara yaratıldı bilmiyorum, araştırmak gerek. Freud’un fallik dönem ile ilgili söyledikleriyle bağdaştırılabilir sanırım.


Matrix’teki insan vücutlarının makineler tarafından enerji kaynağı olarak kullanıldığı kuleler.

Dubai’deki Burj Khalifa. 2018’de dünyanın en yüksek insan yapısı (828 metre)

Tüm bunlar bana kendi isteğimizle, bilinçli olarak o distopyaların gerçeğinin altyapısını hazırlıyormuşuz gibi hissettiriyor. Sanırım tasarımcılarda, mimarlarda, işverenlerde, müşterilerde, film yapımcılarında ve seyircilerde dünyanın daha yaşanabilir bir yer haline dönüşeceğine dair bir umut kalmadı ya da herkes -dile getiremese de- içten içe insanlığın sonunun gelmesini istiyor.

Merak ediyorum. İnsan, yeterince sistematik olarak belli bir yönde eğitilirse, içgüdüleri de zamanla silinebilir mi?

 

Y. Mimar Onurcan Çakır
www.onurcancakir.com

0 Shares:
Bir yanıt yazın
You May Also Like